ABD eski düşmanlarına mı dönüyor?

21. yüzyılın ikinci çeyreğine beş yıl kala ABD’den gelen işaretler, ABD’nin artık Ortadoğu ve İran ile uğraşmak yerine, önümüzdeki yıllarda daha çok Çin ve Rusya ile mücadeleye tutuşacağını gösteriyor.

Yirminci yüzyıl boyunca süren Soğuk Savaşın kazananı ABD ve Batı bloğu, biraz da Müslüman karşıtı Ortadoğu uzmanlarının iteklemesi, 11 Eylül hadiseleri, Taliban, el-Kaide ve DEAŞ gibi (aslında bizzat kendilerinin oluşturduğu şartların yarattığı) radikal terörist grupların eylemleri nedeniyle, 1990’lı yıllardan itibaren Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın yerine İslam’ı ve Müslümanları hedefe koymuşlardı. S. Huntington, B. Lewis ve D. Pipes gibi neo-conların kamuoyu “guruları” tarafından ABD muhayyilesinde yaratılan ve Hollywood senaryolarıyla sahneye konulan bu dönem, Ortadoğu’nun tarumar edilerek “hâk ile yeksan” edilmesi ve Müslümanların tüm dünyada tahkir ve tezyifiyle sonuçlanırken bu arada fırsatı ganimet bilen Vladimir Putin yönetimindeki Rusya, geri dönüşünün ilk adımlarını önce Gürcistan’da ve daha sonra Ukrayna’da (Kırım) atmaktaydı.

ABD’nin Avrupa’yı tahrik ederek Rusya’nın üzerine beyhude yere gönderme çabaları, ekonomik bir dev, ancak siyasi ve askeri bir cüce olan ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ulaştıkları refahın konforuna kapılan Avrupalılar tarafında klasik söylemlerin ötesinde bir sonuç vermediğinden, —bir şarkıda olduğu gibi— ABD’nin “elleri bomboş kaldı”. Rusya bunun da ötesinde, sıcak denizlerdeki eski limanları Suriye ve Libya’ya tekrar demir atarken ABD (bölgedeki en güvenilir ve güçlü müttefiki Türkiye’nin öfkesini çekmek pahasına) Suriye’nin doğusunda bir PKK devletçiği kurmaya çalışarak bunu tazmin etmeye çalışmaktan başka bir şey yapamadı. Böylece bölgedeki en kudretli müttefiki Türkiye’yi de kuzey ve doğudaki başka limanlara yelken açmak mecburiyetinde bıraktı.

Soğuk Savaş’ın bitmesinden günümüze, zaten nüfusuyla Doğu’da büyük bir güç olan Çin de 1990’lardan bu yana sürekli yükselen ekonomisi, “Kuşak ve Yol” gibi küresel projeleri, yumuşak gücünü iyi kullanması, dış sermaye yatırımları, diğer ülkeleri kendisine bağımlı kılan ucuz üretim sanayisi, zayıf ülkelerden toprak kiralama ve onları borçlandırma gibi yöntemler vasıtasıyla nüfuzunu Asya, Ortadoğu ve Afrika’da yayma politikalarıyla, hazır ABD ile Batı İslam ve Müslümanlarla uğraşırken, Irak, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkeleri demokrasi vaadiyle bölmüşken, ABD için büyük bir tehdit haline geldi.

 

21. yüzyılın ikinci çeyreğine beş yıl kala ABD’den gelen işaretler “good morning after supper” ya da bizim deyimimizle “atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra” ve özellikle “establishment” adı verilen “müesses nizam” içinden yükselen sesler ABD’nin (yıllardır İsrail’in de ısrarlı teşvikiyle uyguladığı politikaların aksine) artık Ortadoğu ve İran ile uğraşmak yerine, önümüzdeki yıllarda daha çok Çin ve Rusya ile mücadeleye tutuşacağını gösteriyor.

ABD’nin Türkiye’nin S-400 alması nedeniyle gösterdiği aşırı tepki de bununla alakalı olmalı. Halbuki 2016 darbe teşebbüsünde eski deyimle “cürm-ü meşhud” (red-handed) yapılan, yani suçüstü yakalanan aynı ABD hem patriotları Türkiye’ye vermeyerek hem de Suriye’de PKK ile iş tutarak Türkiye’yi, artık güneyden de komşusu olan Rusya ile baş başa bırakmıştı. NATO’daki Avrupalı müttefiklerimizin de hem Avrupa Birliği (AB) üyeliği hem de Suriye, PKK, FETÖ, Doğu Akdeniz ve mülteciler gibi hususlardaki yaklaşımları da bunun tuzu biberi oldu.

ABD’den gelen son yorumlar, yaklaşık 30 yıl süren ve Batı bloğu karşısında İslam ve Müslümanlardan bir düşman yaratma teşebbüsünün ve bahanesinin tutmadığını, ancak akim kalan bu proje uygulanırken, Rusya ve Çin’in iki önemli tehdit olarak yükseldiğini gösteriyor. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda Ortadoğu ve İslam karşıtlığından, tekrar sâbık ve müzmin düşmanlarına, yani Rusya ve Çin’e dönüleceğini gösteriyor.

ABD’li birçok üst düzey askeri yetkilinin ifadeleri, önümüzdeki yıllarda ABD açısından en büyük tehdidin Rusya ve Çin olacağını gösteriyor. Bu açıdan, son yıllarda, 1990’lı yıllarda artan bir şekilde İslam ve Müslümanları hedefe koyan akademik yayınların azaldığı ve Çin ile Rusya tehdidini içeren yazıların sayısal olarak arttığı gözlemlenmekte.

ABD 1990’lı yıllardan sonra tek başına dünyanın jandarmalığına soyunurken kendisini meşrulaştırmak için ortaya koyduğu bir bahane olan radikal “dini” terör örgütlerinin yerine, Çin ve Rusya’yı hedef tahtasına oturtmuş durumda; fakat işi o kadar kolay olmayabilir. Zira hem nüfus, ekonomi ve askeri kuvvet hem de nükleer birer güç olarak er meydanına çıkmış Çin ve Rusya, “altın çağı” artık sona ermekte olan ABD’nin çok da kolay yutamayacağı lokmalar.

 

Nitekim son dönemde, evvelemirde Rusya’yı daha çok Avrupalı NATO güçleriyle çevrelemeyi amaçlayan ABD’nin, artık bu işi bizzat üzerine aldığı gözlemleniyor.

ABD Avrupa’nın savunması bahanesiyle Baltık ve Karadeniz’de sık sık tatbikatlar yapmakta ve Rusya’nın güneyinde Ukrayna, Gürcistan gibi Rusya mağduru ülkeleri bir araya getirmeye çalışmakta. Ayrıca Türkiye ile ilişkiler limonî olduğundan, Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ı üs olarak kullanarak Rusya’yı sıkıştırmaya çalışmakta. Tabii Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Batı kanadında Türkiye’nin ehemmiyetinin azaldığına vurgu yapılırken, Rusya’nın Türkiye’nin jeopolitik önemini çok iyi anladığı aşikâr. Bu noktada Rusya, Batı kanadının aksine, Türkiye ile ilişkilerini geliştirerek ön alıcı bir hamle yapmış durumda.

 

Doğu Akdeniz’de ABD’nin orkestra şefliğinde kurulan ve Körfez ülkeleri ile Mısır’a İsrail, Yunanistan ve Fransa’nın eklendiği, bizim “Türkiye’ye karşı Güney Cephesi” adını verdiğimiz cephenin oluşturulma sebebi bir yandan Rusya ile yakınlaşan Türkiye’yi tedip etmeye çalışmak iken, diğer yandan Türkiye’nin içerisinde olmadığı bir ittifakla Rusya’yı güneyden çevrelemek.

Aynı ABD Güney Çin denizinde ise hem donanması hem de uçakları ile sürekli ve seri tatbikatlar yapmakta; yani ABD karşısına hem Çin’i hem de geri dönen Putin Rusya’sını almış durumda. Bu politikaların Ortadoğu’ya yansıması ise zaten Türkiye ilişkileri gergin olan ABD’nin mutlaka İran ile bir anlaşma yapmak istemesi ve en azından bir müddet Ortadoğu ile pek ilgilenememesi şeklinde olabilir.

Yazımızı her zaman olduğu gibi bir son sözle bitirelim: “Hiçbir strateji kaderi değiştiremez”.

[Prof. Dr. Cengiz Tomar

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu