Kaşıkçı raporu sonrası Muhammed bin Selman’ın siyasi geleceği

Cuma günü açıklanan Kaşıkçı raporunun ortaya koyduğu tezlerin, son beş yılda ülkede ortaya çıkan elit uyumsuzluğuyla içeride zaten zayıflayan Muhammed bin Selman’ın uluslararası arenadaki meşruiyetini önemli ölçüde zayıflattığı kesin.

Trump yönetiminin, ABD-Suudi Arabistan ilişkilerini ve özellikle de Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ı korumak için açıklamaktan kaçındığı ABD istihbarat birimleri tarafından iki yıl önce hazırlanan Cemal Kaşıkçı raporunu, Joe Biden Cuma günü nihayet açıkladı. Açıklanan raporda Suudi Arabistan’ın fiili (de facto) yöneticisi olarak tanımlanan Muhammed bin Selman’ın Kaşıkçı’yı yakalamak veya öldürmek için düzenlenen operasyona onay verdiği, Suudi güvenlik ve istihbarat birimleri üzerinde mutlak kontrolü göz önüne alındığında Muhammed bin Selman’ın onayı olmadan böyle bir operasyonun yapılmasının mümkün olmadığı açıkça vurgulanıyor. Ayrıca bu cinayeti bizzat işledikleri için ABD tarafından yaptırım listesine alınan isimlerin önemli bir kısmının Muhammed bin Selman’ın özel koruma ekibinden olduğunun da altı çiziliyor.

 

Ancak raporda, cinayetteki rolünün tartışmasız olduğu açıkça ifade edilmesine rağmen, Muhammed bin Selman’ın isminin yaptırım uygulananlar listesinde yer almaması, Biden yönetiminin, şimdilik Muhammed bin Selman’ın kesin olarak görevinden azledilmesi seçeneğini tercih etmediğini gösteriyor.

Muhammed bin Selman’ın Kaşıkçı cinayetindeki rolü konusunda yeni bir argüman ortaya koymaktan bir hayli uzak olan raporun ortaya koyduğu tespitler malumun ilamı olarak yorumlanabilir. Ancak Muhammed bin Selman’ın adının yaptırım listesinde yer almayışı Biden yönetiminin Veliaht Prensin işlediği suçun bedelini ödeyeceğine dair söylemini bir nebze geçersiz kılıyor. Her ne kadar rapor sonrası “Muhammed bin Selman’ın Suudi Arabistan’ın geleceğinde bir rolü olmayacaktır” ve “Veliaht Prens siyasi kariyerinin sonuna geldi” şeklinde yorumlar yapılsa da raporun dili, rapor sonrası ABD’den gelen Suudi Arabistan ile ilişkilerin önemine dair beyanatlar ve en önemlisi de Veliaht Prensin isminin yaptırım listesinde olmaması Biden yönetiminin bir orta yol arayışında olduğunu ortaya koyuyor.

 

Yakın zamanda Yemen savaşına destek verilmeyeceğinin açıklanması ile Kaşıkçı raporunun ortaya koyduğu vizyon birleştirildiğinde, ABD’nin, aşırı iddialı ve maceracı politikalarda ısrar etmesinin Suudi rejiminin çökmesine yol açacağından korktuğunu söyleyebiliriz.

Suudi Arabistan’da elit uyumsuzluğu

Kral Selman’ın 2015 yılında tahta oturmasıyla Suudi siyasetinin işleyişi teamülleri aşan bir boyut kazandı. Burada Selman’ın, oğlu Muhammed’i kendisinden sonraki Suudi Kralı yapmak için veraset sistemini radikal bir biçimde değiştirmesinin önemli bir rolü bulunuyor. 2015 sonrası yayınlanan Kraliyet kararnameleriyle Savunma Bakanlığı, Ekonomik ve Sosyal İşler Konseyi Başkanlığı ve Kraliyet Divanı gibi kritik kurumlar direkt olarak Muhammed bin Selman’ın kontrolüne geçti. Veliaht Prensin Suudi politik sistemindeki gücü bu tarihten sonra da artmaya devam etti ve 2017 yılına gelindiğinde başta güvenlik sektörü olmak üzere petrol endüstrisi, ekonomi yönetimi, içişleri ve dışişleri gibi tüm kritik kurumlar veliaht prensin doğrudan ya da dolaylı olarak kontrolüne girmişti. Kaşıkçı cinayetinin işlendiği 2018 sonlarına geldiğimizde ise, raporda da ifade edildiği gibi, Muhammed bin Selman, Suudi Arabistan’da tüm kritik kurumlarda denetimi sağlamış ve ülkenin fiili yöneticisi haline gelmişti.

 

Kapak ve özet kısmını saymazsak iki sayfaya sıkıştırılmış olan ve yer yer muğlak ifadelere başvurulan Kaşıkçı raporu, insan hakları ve demokrasi gibi normatif değerleri önceleyen söylemin reel dış politika amaçları için bir kaldıraç olarak kullanılacağının ilk işareti gibi görünüyor.

Muhammed bin Selman’ın ülke siyasetinde hızla yükselen profilinin hanedan, ulema, kudretli kabileler ve iş dünyası gibi geniş bir çevrede derin bir memnuniyetsizliğe sebep olduğu rahatlıkla söylenebilir. Suudi politik sistemi her ne kadar mutlak monarşi olarak tanımlansa ve Kralın her konuda son sözü söylediği genel kabul gören bir yaklaşım olsa da başta ülke güvenliği ve siyaseti açsından hayati önemi haiz konular olmak üzere kritik kararların daima geniş bir istişare ve oydaşmayla alındığı gayriresmi bir işleyişe dayanır. Ülke siyasetinin bu gerçeği göz önüne alındığında, Muhammed bin Selman’ın önlenemeyen yükselişinin Suud hanedanı, ulema, kudretli kabileler ve iş dünyası gibi nispeten birbirinden bağımsız güç merkezlerinin ülke politik yaşamından dışlanmasına yol açması kaçınılmazdı. Bu dışlanmışlığın ülkede “elitler arası uyumsuzluğa” yol açtığını söyleyebiliriz.

Muhammed bin Selman’ın önlenemeyen yükselişi ve gücü tek elde toplama politikasıyla, geleneksel olarak gücün Suud hanedanı içerisinde dengeli bir biçimde dağılması uygulaması ortadan kaldırıldı. Bu süreçte başta kurucu Kral Abdülaziz’in oğulları Mukrin ve Ahmed olmak üzere Muhammed bin Nayif, Velid bin Talal ve Mutaib bin Abdullah gibi önemli prensler görevlerinden azledildiler, tutuklandılar ve mal varlıklarına el konuldu.

Ülkede gücün hanedan içerisinde dengeli dağılımını sağlamak için uygulanan en etkili formül güvenlik sektörünün tek bir prensin denetimi yerine rakip prenslerin denetimine verilmesi geleneğiydi. Bu yüzden Suudi güvenlik sektörü yarım yüzyılı aşkın bir süredir İçişleri Bakanlığı, Ulusal Muhafızlar ve Savunma Bakanlığı olarak üç bölüme ayrılmış ve bu kurumlar sırasıyla birbirine rakip Nayif, Abdullah ve Sultan klanlarının denetimine verilmişti. Bu kurumlara ilaveten Genel İstihbarat Dairesi’ne de üst düzey bir hanedan mensubunun atanması bir gelenekti. 1970’li yıllardan beri istihbaratın başına sırasıyla Türki bin Faysal, Navvaf bin Abdülaziz ve Mukrin bin Abdülaziz atanmıştı. 2017 yılının sonlarına gelindiğinde tüm bu kurumlardan sayılan üst düzey hanedan mensupları temizlenerek tüm kurumlar Muhammed bin Selman’a yakın ve bazıları hanedan üyesi bile olmayan isimlerin denetimine geçmişti. Benzer şekilde ARAMCO, Enerji Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlara da Muhammed bin Selman’a yakın isimler atandı.

Muhammed bin Selman’ın gücü merkezileştirme politikası sadece Suud hanedanını sistemin dışına itmekle sınırlı kalmadı. Bu süreçte “Ilımlı İslam” ve “hukuk reformları” gibi politikalarla Suudi rejiminin en büyük ortağı olan ulema da sistemin dışına itilmeye başladı, zira Muhammed bin Selman’ın ülkesinin geleceği için çizdiği vizyonda püriten İslam yorumunun kalesi durumundaki ulemaya yer yoktu. Veliaht Prens ülkede püriten İslam yorumunun revaç bulması ile 1979 yılındaki Cuheyman el-Uteybi’nin Kâbe baskını arasında bir irtibat kurmakta ve ulemayı sistemden dışlayıp “Ilımlı İslam’a” geçmekle ülkeyi “fabrika ayarlarına” döndürmek istediğini açıkça ifade etmekteydi. Bu politikanın başarısı için geleneksel olarak ulemanın kalesi konumundaki medya, eğlence, eğitim ve hukuk alanında önemli reform planları hayata geçirilmeye başladı.

Veliaht Prensin sonraki hedefi, uzun yıllar yüksek seyreden petrol gelirlerine de bağlı olarak ülkede yapılan devasa altyapı yatırımlarından önemli ölçüde para kazanarak zenginleşen ve nispeten bağımsız bir güç merkezi haline gelen Suudi iş adamları oldu. “Yolsuzlukla mücadele” kapsamında sayısı üç yüzü aşan ülkenin en güçlü iş adamları Ritz Carlton oteline aylarca hapsedildi, sorgulandı ve mal varlıklarına önemli ölçüde el konuldu. Bu şekilde Suudi iş adamları sınıfı da zayıflatılarak yönetimdeki etkinliği azaltılmış oldu.

Bugün Riyad’da Suudi rejiminin geleneksel güç tabanını temsil eden hanedan, ulema, iş adamları ve kudretli kabileler, Muhammed bin Selman’ın ülke siyasetinde yükselen profili ile sistemin dışına itilmiş durumdalar ve bu durumdan derin bir memnuniyetsizlik duyuyorlar. Buna bağlı olarak da ülke nüfusunun üçte ikisini oluşturan genç Suudileri saymazsak, babası ve birkaç kardeşi dışında Muhammed bin Selman’ın Riyad’da destekçisi kalmamış görünüyor. Bu durum Suudi Kralı olmayı hedefleyen ve ülkesi için bir gelecek vizyonuna sahip olan genç Veliaht Prensi uluslararası desteğe daha da muhtaç hale getiriyor.

Kaşıkçı raporu ve Muhammed bin Selman’ın uluslararası meşruiyeti

Trump’ın uzun süre gizlediği Kaşıkçı raporunun Biden tarafından açıklanmasıyla Muhammed bin Selman’ın uluslararası meşruiyeti çok kritik bir zamanda önemli bir darbe aldı. İlk olarak Muhammed bin Selman’ın bu cinayetteki rolünün her düzeyde kabul edilmiş olması ülkenin uzun yıllardır iyi ilişkiler geliştirerek rejimin güvenliğini sağladığı Batı dünyasındaki ve yine uzun yıllardır liderlik iddiasında bulunduğu İslam dünyasındaki itibarını önemli ölçüde zayıflattı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ülkede rejimin güvenlik garantörü olan ABD’nin yönetiminde, Kongresinde ve Senatosunda ülkenin gelecekteki kralı olması beklenen bir prensin dostunun kalmamış olması Muhammed bin Selman’ın siyasi kariyeri açısından ciddi bir sorun teşkil edecektir. İkinci olarak bu raporun açıklanması, babası Selman’ın ilerleyen yaşına ve Muhammed bin Selman’ın ülke politik sisteminde artan gücüne de bağlı olarak Suudi tahtına oldukça yaklaştığı bir döneme denk geldi.

Bütün bu sayılanlara ilaveten ABD’de başkanlık koltuğuna oturan Biden ve ekibinin Muhammed bin Selman’ın kuzeni ve en önemli rakibi olan Muhammed bin Nayif ile geçmişe dayanan iyi ilişkileri Riyad’da tedirginliği artıran diğer bir unsur. Çünkü Muhammed bin Nayif 2000 sonrası ve özellikle de Obama döneminde ABD güvenlik servisleri ile iş birliği halinde başta Yemen olmak üzere bölge genelinde terörle mücadele operasyonları yürütmüş ve bu süreçte ABD’li çok sayıda üst düzey yetkili ile iyi ilişkiler geliştirmiş bir isim. Örneğin mevcut ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken bu süreçte Muhammed bin Nayif’in yakın çalıştığı isimlerden sadece biri. Ayrıca terörle mücadele operasyonlarında gösterdiği başarı Muhammed bin Nayif’in ABD nezdindeki saygınlığını da artırdı.

Geçtiğimiz Cuma günü açıklanan Kaşıkçı raporunun ortaya koyduğu tezlerin, son beş yılda ülkede ortaya çıkan elit uyumsuzluğuyla içeride zaten zayıflayan Muhammed bin Selman’ın uluslararası arenadaki meşruiyetini önemli ölçüde zayıflattığı kesin. Ancak raporda, cinayetteki rolünün tartışmasız olduğu açıkça ifade edilmesine rağmen, Muhammed bin Selman’ın isminin yaptırım uygulananlar listesinde yer almaması, Biden yönetiminin, her ne kadar Muhammed bin Nayif ile çalışmayı tercih etse de şimdilik Muhammed bin Selman’ın kesin olarak görevinden azledilmesi seçeneğini tercih etmediğini gösteriyor.

Her ne kadar Kaşıkçı raporu yayınlandığında, Muhammed bin Selman’ın siyasi kariyerinin sonuna geldiğine yönelik yorumlar yapılsa da raporun ortaya koyduğu vizyon bu iddiayı desteklemekten uzak. Biden yönetiminin, Trump’ın kaba realist dış politika uygulamaları yerine normatif değerleri ön plana çıkaracağına dair beklentilere rağmen, ABD’nin bu süreçte de realist bir çizgide yürüdüğünü söyleyebiliriz. Bu rapor ortaya koymaktadır ki; ABD için bölgede asıl tehdit, Suudi Veliaht Prensinin bir gazetecinin vahşice katledilerek parçalara ayrılması emrini vermiş olması değil, Suudi Arabistan’ın askeri/endüstriyel kapasitesini aşan iddialı ve maceracı politikalarda ısrar etmesidir. Yakın zamanda Yemen savaşına destek verilmeyeceğinin açıklanması ile Kaşıkçı raporunun ortaya koyduğu vizyon birleştirildiğinde, ABD’nin, aşırı iddialı ve maceracı politikalarda ısrar etmesinin Suudi rejiminin çökmesine yol açacağından korktuğunu söyleyebiliriz. Riyad’da rejimin zayıflayarak çökmesi, son dönemde Çin’e odaklanmak isteyen ABD’nin, İsrail’in ve enerji kaynaklarının güvenliği gibi bölgedeki çıkarlarını korumak için sürdürmek zorunda olduğu dış politikasının maliyetini korkunç bir biçimde artırabilir. Bu durumda Biden’ın realist bir çizgide hareket ederek Suudi rejimini kendi gücüyle orantılı bir dış politika çizgisine çekmeye çalıştığını söyleyebiliriz.

Biden yönetiminin şimdilik dış politikada insan hakları ve demokrasi gibi normatif değerlere Trump’tan daha fazla önem verdiğini söylemek mümkün. Ancak Biden’ın dış politika oluştururken tamamen normatif değerlerden hareket edeceğini beklemek yanlış olacaktır. Kapak ve özet kısmını saymazsak iki sayfaya sıkıştırılmış olan ve yer yer muğlak ifadelere başvurulan Kaşıkçı raporu normatif değerleri önceleyen söylemin reel dış politika amaçları için bir kaldıraç olarak kullanılacağının ilk işareti gibi görünüyor. Mevcut koşullarda yakın dönemde Riyad’da bir veliaht prens değişimi beklemek yerine Yemen savaşından çekilme, bazı insan hakları ihlallerinden geri adım atma, uluslararası kamuoyunun takdirini kazanmaya yönelik kısmi reformlar, Ahmed bin Abdülaziz ve Muhammed bin Nayif gibi tutuklu prenslerin serbest bırakılmasını bekleyebiliriz. Ancak şu kesin ki Riyad, tıpkı Yemen savaşında olduğu gibi, kendi askeri/endüstriyel kapasitesini aşan ve ABD dış politikasının maliyetini artırmaya yönelik iddialı ve maceracı politikalardan artık uzun bir süre uzak duracaktır. Özellikle Riyad’ın, İran ile askeri sahada doğrudan karşı karşıya gelmeye yönelik politika takip etmesine ABD kesin bir biçimde karşı çıkacaktır. Son dönemde ABD’nin bölge güvenlik mimarisine bakışının en net ifadesi olan Obama’nın Suudilere söylediği “Ortadoğu’yu İranlı düşmanlarınızla paylaşmalısınız” sözü, yeni dönemde ABD’nin bölgeye yönelik politikalarının doğrultusuna ilişkin fikir verebilir.

[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu